Bu Blogda Ara

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Konya bu tarafta!

“Nasıl bir ortamda siyaset yapıp fikirlerinizi ifade edebilmek isterdiniz?” diye sorulsa insana, bin bir farklı yanıt alınırdı herhalde.
Örneğin ben “elhamdülillah müslümanız” demek zorunda olmadığım bir ortamda yapmak istediğimi söyleyebilirdim. Bir başkası “Tabii ki Atatürkçüyüm” demek zorunda olmamayı isteyebilirdi. Beriki “Türk’üm ve milliyetçiyim” demek zorunda olmamayı…

Öyle ya, demokrasi bunun adı ve herkes istediği-istemediği şekilde düşünmeli ve ifade edebilmeliydi. Peki mümkün müdür bu? Sadece Türkiye’de de değil; dünyanın herhangi bir yerinde mümkün mü?

Mesela Fransa’da siyasete soyunan birinin “ben Fransız mransız anlamam, sevmem de!” diyerekten ortalığa çıkması nasıl karşılanırdı?
Ya Amerika’da senatörlüğe niyetli bir bayanın “bence Amerika etnik olarak bölünmeli ve Amerikalılık yalanından vazgeçilmeli” sloganı?
Peki Yunanistan’da yapılacak “Helenistik dönem de mitoloji de palavradır” siyasetine ne demeli?
E bir de İtalya’da, Katolik kilisesini gereksiz ve modası geçmiş olarak tanımlayan bir parti lideri ekleyelim de tam olsun bari!..

Olmuyor değil mi? En azından şimdilik… Oysa düşünce özgürlüğü deyip durmuyor muyuz? Demek ki düşünce-ifade özgürlüğü, demokrasi dediğimiz şey; kafamıza esen her şeyi yapabileceğimiz bir kavram değil. Buna üzülmemeli, günümüz dünyasında, işin doğrusu da bu. Her yerin belli şartları, gerçekleri, yaşanmışlıkları var. Yerel lezzetleri var. “Kültür” dediğimiz de biraz bu değil mi? Bu gerekliliklere uymak, “tutuculuk” değil; “kültürlü olmak” şeklinde de tanımlanabilir o halde.

Başa ve ülkemiz şartlarına dönmek gerekirse, orada saydığımız talepler aslında insanın gerçek düşüncesini temsil eder. Yani birisi çıkıp “şunun zorunda olmasam keşke” diyorsa, bahsettiği o şeyin hayatın içine çok fazla girmesinden haz etmiyor demektir. Birbirimizi kandırmaya da gerek yok. Bu tür talepler; “ben sadece özgürlük adına öyle diyorum, aslında seviyorum da sadece demokrasi için söyledim” şeklinde açıklanamaz fikrimce. Açıklanır açıklanmasına da inandırıcılığı tiyatrodan öte gidemez.

Ülkelerin de gerçekleri ortada olduğuna göre, demokrasiyi; “tüm bu gereklilikler içinde, hedefine giden yolda başarıyı getirecek yöntemleri keşfedip uygulayabilme sanatı” olarak tanımlamak, sanırım daha gerçekçi olacaktır. Hatta bu şekliyle çok daha keyifli, zeka ve inanç gerektiren bir kavram olarak algılanacaktır.

Bugünlerde de yaşadığımız budur aslında; eski bir davanın, şekil değiştirmiş, güncel, yeni sahneleri… Gerçek hedefine ulaşmaya çalışan iç ve dışlarla, ülkenin esas unsurlarının –belki de bitmeyecek- kapışması. Zaman zaman biri önde, zaman zaman öteki…

Bu dava çok eski ve ülkenin değişmez gerçekleri de ortada olduğuna göre, yaşanan güncel değişmeler, alınan geçici galibiyetler, asla “son zafer” değildir. Olmayacaktır da. Taraflar her zaman birbirlerine karşı uyanık olmak durumunda olacaklardır.

Demem o ki; dünün mağlupları bugünün galipleri olabileceği gibi, yarın da tersi olacaktır. Asıl olan, aklını kaybetmemektir, rüyaya yatmamaktır. Bu ülkenin esas, köklü ve kurucu temelleri-dinamikleri bir günde oluşmadığı gibi, bir gecede de değişmez, yıkılmaz, yenilmez. Bazı şeyler seçimle, geçimle, içimle, biçimle birebir doğru orantılı değildir. Demokrasi ve rejim ise buna en güzel örneklerdendir.

Oy oranları, demokrasiyle taban tabana eşit kavramlar değildir. Her şey milletvekili seçimi değildir. Esas olan; “Milli Seçim”dir. Ve o seçimi Türkiye, 1919 yılında yapmıştır. O gün dünya değişmiştir ve Türkiye de kendi seçimiyle, o dünyadaki yerini almıştır. Önemsenmesi gereken “seçim” budur. Yoksa onun dışında daha ne seçimler gelir, geçer!.. Demokrasimiz, önce o seçime bağlı, sonra milletvekili seçimlerine bağlıdır. Bunu iyi idrak edebildikten sonra mesele yok.

Yani “Konya hala bu tarafta!” Değişen bir şey yok. Aynı bütün yolların Roma’ya çıktığı gibi… Ne zaman ki birileri çıkar Konya’nın yerini değiştirir ya da artık yollar Roma’ya çıkmaz, o zaman tekrar konuşuruz.

Sevgiyle…

Hiç yorum yok: