Bu Blogda Ara

23 Aralık 2008 Salı

dönüşüm

Yaz yaz
nereye kadar?!

kış kış!

onaltıkırkbeş dergisi 38. sayı

acı

Olmamaya doğru gitmek
Nasıl bir histir
Bilir misin?

Akşamdan kalma
Kararmış elma gibi...
Efkarlı bir Karadeniz türküsü gibi...
Uyku düşüşleri gibi...

“Ah!” değil
“Vah!” da...

daha çok “oy!” gibi...

yemekte yalnız ve sen

Cüzdanımın çıtçıtı açık kalmış…
Dün yine çileden çıkarttın beni.
Kibar ve işinin ehli bir garson, bu restorandaki…
Ben de çok sert çıktım sana.
Çarşı tezahüratının orijinal şarkısı çalıyor radyoda…
Böyle olsun istemiyorum…
Üzerimde nakit yok, kartla ödedim hesabı…
Seni seviyorum.

27 Kasım 2008 Perşembe

Çünkü

İstanbul neden güzeldir
Bilir misin?
Olup bitenden
haberi yoktur çünkü.

31 Ekim 2008 Cuma

Travmay

Tramvay geçicidir de
Travma kalır.
Tek benzerliği sesleridir
Travmayla tramvayın…

24 Temmuz 2008 Perşembe

göz-yaş

Ağlamaklı değil gözleri;
Düpedüz ağlamak.

Aşkla hiç işi olmamış
Veya işi kalmamış yaşlarda...

O yüzden
Genç değil...

Olması gerektiğince bemol
Kaşla göz arasında...

Anlamak lazım...

Düpedüz ağlamak...

1 Haziran 2008 Pazar

14 Nisan 2008 Pazartesi

görgü tanığı

Boşa koysam dolar
Doluya zaten koymam...

Vakit kaybı
Baharı beklemek
Yaz da olur
Kış da...

Kötü anlar bile
Hemen geçmesin
Ömrümdendir giden...

Ve burası hayat...

Bense
Görgü tanığıyım

Onur konuğu değil...

6 Nisan 2008 Pazar

hakikaten "harsh times"

Tehlikenin verdiği lezzet
Ve hayatı tehlikeye atmanın
çekiciliği

tuvalete kadar
sabredemeden inen don

ve tek kare arkadaşlık

düpedüz ihanet…

1 Nisan 2008 Salı

yüksek

bir tesadüf notayla coşsam
takılmadan seslere
orospu bir dakika yakalayıp
ve bir veda mavisi
samimi bir travma
tanıdık bir yağmur altında…

doğaçlama bir ayak bileği
asimetrik bir renk
ve siyahi bir öfke akarken
kaçmasam…

makul bir mecburiyet seçsem
ve huzurlu bir intikam…

zorunda olmasam…

serdar seren

27 Mart 2008 Perşembe

Veli'ye

Zaman değişti Veli...
şimdi rakı, içimde deniz
de ben hala balığım.

26 Mart 2008 Çarşamba

sakın tanrım

Bana güvenip de tanrım
Bir şans daha verme sakın!
Onu da harcarım...

zarardayım

Bir güzel lafa, bir tınıya
Tav benim zayıf aklım...
Hep birbirine geçmiş hesaplar
Hep unutulmuş yarınlar...

Ezbere hayat
Ezbere aşk...

Nerden baksan zarardayım...

saklı gizli

Uygunsuz bir mekan
Sana olan aşkım...
Yasak ama gidiyorum;
Sessiz sessiz
Saklı gizli...
Hep yanlış; biliyorum...
Gel desen de
Demesen de...
Ama ne hoş olurdu;
“gel” desen de
gelmesen!..
reddetsen beni;
saklı gizli
saklı gizli...

grafik

Sert kalçalar vardı o zamanlar
Ve şarkılar da farklıydı...
Dokunaklıydı sanki herbiri
Dokunulmamış memelerin irkilişi gibi
İşi bilmeyen ellerimizde...
Sırf konuşmaya yarayan dudaklar
Renk kazanırdı öpülünce
Ve sanki masumdular
Öpülmeden önce...
Sanki sevmeye aşıktık
Ve öğretilenlere alışık...
Daha güzel saçlar
Daha güzel bacaklar
Ve daha yeni danslar girerdi hayatımıza
Her mevsim;
İçmeye çalışırdık...

tarif

Batının kızıl saçlarını
Kara kalem çizmek gibi;
Seni sevmek...

bir garip kadın

Bir latin ritim gibi bakışlarının sesi...
Dans etmeye zorluyor;
Gözlerini çevreleyen halkalarla...
Yorgun dudaklarını öpmeye itiyor
O “kadın” sesin....
Mahçup ama yaramaz gülüşün
Kabulkar ve isyankar ifaden
Gözümde büyütüyor varlığını....
Yanağındaki gamzeni ise;
Hiç sorma..!
Yürüyor olman bile bir lütuf
Ve ismin öyle kutsal ki
Benim için...
Sıradan ve ulaşılmaz halin;
Güngörmüş bir çınar gibi
Ve bir bakire gibi; tedirgin...

hangisi

Yay gibi geren karanlıklar
Ve uzaklar... Yalnız...
Gerisi gülme çabası
Ve dahası seni sevmek;
Özlemin rengi ötesi...
Anlamlara hayaller yüklemek.
Günün battığı yere yönelmek, derin bir nefesle
Ve her doğuşuyla gerçek güne başlamak...
Oysa kuşun kanadı değil;
Uçuyor olmasıdır gerçek...

hayat kaç kadeh

İstanbul bir kadeh,
Bir kadeh İngiltere...
Sonra bir kadeh daha İstanbul...
Bir kadeh de Şarköy...
Bodrum bir kadeh,
Antalya bir kadeh...
Bir kadeh San Francisco
Bir kadeh de Malatya...
Çok gezdim, yoruldum...
Yatmadan önce bir kadeh daha...

Mesela

Mesela Nişantaşı isterim şimdi biraz...
Bir fincan kahve
Ve sonra Taksim...
Bir sigara ve kısa bir yürüyüş
İstiklal’le beraber,
Beyoğlu’na doğru...
Adım adım cıvıltı
Alışık olduğum bir hoş uğultu
Ve dalga dalga insan isterim şimdi biraz...
Balık Pazarında midye dolma
Ve dostları karşılamak yavaş yavaş
Akşamla birlikte...
Karanlık basınca da:
Rakının yanında BOĞAZ..!



Serdar Seren

7 Ocak 2008 Pazartesi

Neden bu kadar çalışıyoruz ki?


Çalışmak tabii ki güzel ve hatta gerekli bir kavram. Dünyanın, insanlığın, doğanın bir gerçeği... Yaşamın bir parçası, yaşayabilmenin ise yolu... Buna itiraz edenimiz de yok sanırım. Ancak şu konuda ciddi bir soru işaretim var; biz biraz fazla çalışmıyor muyuz?

 

Şimdi, doğal olarak bazıları, “Ne demek canım, hatta az bile çalışıyoruz! Bak yabancı memleketler ne kadar çok çalışıyor!” diyerekten itiraz edecektir. Hatta yine bazıları, ne kadar da az çalıştığımızı, bayram, seyran, özel günler gibi tatilleri örnek göstererek kanıtlamaya çalışacaktır. Öncelikle şunu söyleyeyim; sakin olunuz bayanlar baylar. Ben, Türkiye’deki değil, dünyadaki çalışma sisteminden bahsedeceğim müsaade ederseniz. Yani tüm insanlığın, genel çalışma durumundan... (Hoş, yabancı ülkelerdeki, dini-milli bayram, yarı yıl, yıl sonu gibi tatilleri sayacak olursak, bu itiraz da geçersiz kalır ya, neyse).

 

Hepimiz görmekteyiz ki, günden güne teknoloji ilerledikçe daha çok çalışmaya başlıyoruz. Çalışma süreleri gittikçe uzuyor. Üstelik icatların ve kullandığımız alet sayısının artmasına rağmen... Artık öyle rahat çalışma ortamlarını bulmak pek mümkün değil. 9-6 çalışan ve bunu tam olarak uygulayan yerlere, kurumlara rastlamak da zorlaşıyor. Hatta bunu legalize etmek için kurumlar, kendilerince sihirli bir söylem bile geliştirdiler; “esnek çalışma saatleri...” (Türkçesi: “çıkış saati belli olmaz!”)

 

Güzel de, burada çok ciddi bir çelişki yok mu? Yani biz insanlık olarak, neden durmadan teknolojiyi geliştirip duruyoruz ki? Tüm bu gelişmelerin amaç ve vaadi; “yaşamı kolaylaştırmak” değil mi? İşte tam bu noktada, 1800’lerin sonları ile 1900’lerin sonları arasında yaşamış, değerli bilim ve düşünce adamı Bertrand Russell’ın söyledikleri yetişiyor imdadıma, sanki derdimi anlatmak istermişçesine. Özetle diyor ki Russell; “yahu biz Sanayi Devrimi’ni yaptık, onlarca kişinin günlerce uğraşarak yapacağı işi, bir saatte tek başına yapan makineler icat ettik ama gel gör ki şimdi daha çok çalışıyoruz. Nasıl iştir bu?!” Öyle ya! Tüm icatlar, bir işi daha da kolay hale getirme amacına hizmet etmez mi? Tüfeği bulduktan sonra, birini öldürmek için, vücuduna defalarca sivri maddeler saplama zahmetinden kurtulursun mesela. Keşfedersin ateşi, ister yemek pişirirsin ister ısınırsın istersen de beğenmediğin bir şeyi yakarsın… Gemi yapar, deniz aşarsın. Hele hele Sanayi Devrimi ve günümüze kadar uzanan süreç!.. Neler yapmadık ki… Fabrikalarda akıl almaz hız ve güçte iş bitiren makineler… Radyo, televizyon, telefon ve bir sürü türevi olan iletişim araçları… Uçaklar, roketler, füzeler, uydular. Robotlar, çamaşır-bulaşık makineleri, bilgisayarlar, internet…

Peki sonuç? Daha çok çalışır olduk. Hayat daha ilkelken, elimizde bunca şey yokken bir çalışan insanlık, şimdi beş çalışır oldu. Kendimize ayırmamız gereken, özel zamanlarımız neredeyse yok oldu. Ne o; “teknoloji ilerledi.” Peh!

 

Yok yok! Bu işte kesinlikle bir gariplik ve çelişki var. Sizi bilmem ama bence Russell doğru söylemiş. Sahip çıkalım bu adama (vallahi tembelliğimden değil). Gözünüzü seveyim; hala “az çalışıyoruz biz az!” diyeniniz var mı?..

 

Sevgiyle…